Sürekli savrulup duruyoruz, yapraklar gibi. Rüzgar her birimizi aşındırarak, ağaç kabuklarına, deniz dalgalarına, dikenlere çarptırarak savuruyor. Birbirimizin yanına kazara yaklaşıyoruz. Ellerimizin arasında milimetrelik mesafe kalmış. Birbirimize tutunup toprağa köklenebiliriz. İster toprağın derinliklerine karışır, istersek ağaç olmak üzere büyür, savrulan yıpranmış yapraklara boş dallarımızda yer açarız. Oysa rüzgarın uğultusundan başka ses duymuyor, toprağa git gide yaklaşarak düştüğümüz uçurumdan başka bir manzara görmüyoruz.
Hiç irademiz yokmuş gibi, bu dünyaya en ufak bir etki bırakmıyormuşuz gibi savruluyoruz. Dün, bugün, yarın, her gün aynı gün. Her gün serbest düşüşteyiz. Enkaza dönüşmüş yapraklar, rengini kaybetmiş yapraklar, köklenmeden çürümeye yüz tutmuş yapraklar…
Ölüler dünyasında tesadüfen yaşamayı başarmış bir iki yapraktan ibaret gibi görünüyor türümüz. Bir farketsek bizim henüz güneşe açılıp ısıtılmamış kanatlarımız var, o zaman rüzgarı arkamıza alır, uçurumların üstünden özgürce geçebiliriz. Kendimizi kanatsız kabul etmek, uçmayı öğrenmekten daha kolay geliyor. Birbirimizi rüzgar babaya inandırmışız, ona tapınıp duruyoruz.